11 Nisan 2010 Pazar

Osmanlı seramiklerindeki tekneler

Şebnem Akalın Eryavuz
İznikli ve Çanakkaleli ustaların seramikler üzerine çizdiği tekne resimleri bizi yüzyıllar öncesinin düş yolculuklarına çıkarıyor. Bugün denizle ilgili bir hayal kurmaya ne dersiniz? Rüzgarı apazdan alarak yelkenleri açmış, dalgaları yararak ilerleyen bir yelkenlidesiniz. İster dümen tutun, ister rüzgar üstüne geçip oturun. Büyük kentin karmaşasından uzakta, denizin ortasında sevdiğinizle tek başınıza, yalnızca rüzgarın ve dalgaların sesi. Sessizlik demek daha mı doğru olacak? Uzaklarda başka tekneler, balık tutan sandallar, istavritlerin peşinden sahile kadar gelen yunuslar... Bunları yaşamak aslında ulaşılamaz bir düş değil. Biz evimizin bahçesinde kendi yaptığımız küçük bir yelkenliyle yıllardır bu keyfi yaşıyoruz. Denizi seviyorsanız, ona uzaktan bakmak yerine onunla birlikte olmalı, rüzgarla el ele alıp başınızı gitmelisiniz. Sizi teknemle bir yolculuğa çıkaramam ama, geçmişin yelkenlilerine bir yolculuğa çıkabiliriz hep birlikte. Ve her birimiz ayrı bir hayalin peşinde... Orhan Veli`nin dediği gibi; Gün olur, alır başımı giderim Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda Şu ada senin, bu ada benim, Yelkovan kuşlarının peşi sıra... Tarih öncesi çağlarda suyun üstünde yüzen bir kütük parçasından esinlenerek ilk teknesini yapan, sonra bir kürek, bir dümen, bir yelken derken keşfetme duygusuyla ufka doğru yola çıkan ilk denizcilere hayran olmamak mümkün değil. Aslında tekneler bizi yalnızca uzak diyarlara götürmüyor, düş yolculuklarına da çıkmamızı sağlıyor. İster bir teknede olun, ister süzülüp giden bir tekneye kıyıdan bakın. Siz de hayaller kurmaz mısınız? Tekneler, deniz yolculukları, şairlere ve yazarlara ilham verdiği gibi ressamların da sevdiği konulardan olmuş; bir koya demirlemiş yelkenlileri, kıyıya çekilmiş sandalları, fırtınada ilerlemeye çalışan kalyonları, yoğun topçu ateşi altında savaşan gemileri tablolarında resmetmişler. Yalnızca ressamlar değil, geçmiş yüzyıllarda seramik ustaları da aynı duyguyla tabakları, şişeleri, bardakları, maşrapaları yelkenli teknelerle bezemişler. Örneğin 16. yüzyılın İznikli seramik ustalarının motif dağarcığında yalnızca laleler, karanfiller, gül ve sümbüller bulunmuyordu. Belki İznik Gölü`nde, belki de İstanbul Boğazı`nda, Marmara Denizi`nde yol alan küçük yelkenliler, dev kalyonlar seramikçilerin hayal dünyasından yola çıkmış, yelken açıp günümüze kadar gelmişler. KALYONLU TABAK Londra`da Victoria&Albert Müzesi`nde sergilenen mavi-beyaz renklerde İznik tabak 16. yüzyılın ilk yarısına ait ve şu anda bilinen en erken tarihli örnek. Bu tabakta gördüğümüz küçük üçgen yelkenli tekne motifi çok sevilmiş olmalı ki, 16. yüzyıl ortalarında ünlü mercan kırmızısının da kullanıldığı çok renkli başka benzerleri de yapılmış. Bu küçük yelkenliler kaya veya adacık olarak yorumlayabileceğimiz kıvrımlar arasında beyaz ya da mavi çizgili yelkenlerini açmış seyir yapmaktalar. Piri Reis`in Kitab-ı Bahriye adlı kitabını 1523`te Kanuni Sultan Süleyman`a sunduğu yıllarda, onun haritalarında görülen teknelerin benzerleri de seramikler üzerine yapılmış. 16. yüzyılın sonlarında Avrupa`da İznik seramiklerine ilginin başlamasıyla hariçteki tüccarlar için tabak, bardak imal edilmesinin çoğalması Saray`ın sipariş verdiği çinilerin yapımını geciktiriyor, bunun için İznik`e fermanlar bile gönderiliyordu. Ama bugün dünya müzelerindeki sayısız İznik seramiği bu dönemin ürünü olup, bunlar arasında kalyonlu tabaklar özel bir yer tutmakta. 17. yüzyıl gibi artık seramiklerin kalitesinin bozulduğu dönemde yapılan büyük tabakların çoğunun ortasında tek bir büyük Osmanlı veya Avrupa yelkenli tekne betimi bulunuyor. Tüm teknelerin yönünün sola doğru olmasını yadırgamamak gerek. Çünkü sağdan sola doğru yazı yazmaya alışkın olan ellerin çizdiği yelkenliler bunlar. Kalan birkaç usta da İstanbul`da Tekfur Sarayı`nda kurulan atölyelere getirilince İznik`te seramik üretimi sona erdi. Cennet bahçesini andıran çiçekli tabaklar, masal dünyasından hayvanlar, hülyalı bakışlarıyla def çalan güzeller, uzaklara yelken açmış gemili tabaklar artık yapılmaz olmuştu. RÜZGARIN YÖNÜ Aradan yaklaşık 150 yıl geçtikten sonra bu kez Çanakkaleli seramik ustaları yaptıkları tabakları yelkenli teknelerle bezemeye başladılar. Eski adı Kale-i Sultaniye olan Çanakkale, 18. yüzyılda çanak çömlek yapımıyla ünlenince adı bile değişmiş. 18. yüzyılın sonuyla 19. yüzyılın başlarında yapılmış olan gemi betimli Çanakkale tabakları Boğaz`dan geçen yabancı denizciler, gezginler tarafından hediyelik eşya olarak satın alınmış. Müzelerde ve özel koleksiyonlarda karşımıza çıkan bu seramiklerin bazılarında sakin havada, hafif bir rüzgarda yol alan bir tekne görürüz. Denizin nazlı dalgaları kavisli çizgilerle, sanki bir çiçek dalı gibi gösterilmiştir. Rüzgar o kadar hafif esmektedir ki bayraklar bile aşağıya sarkmaktadır. Şiddetli rüzgarda yol alan gemilerin ise yelkenleri şişmiş, rüzgarda çırpınan bayrak ve geminin baş tarafının dalgaların arasından denize dalışı havanın durumunu yansıtır. Bazen de gemi limana girmiş, yelkenlerini indirip iki baştan demir atmış, çevresini küçük sandallar kuşatmıştır. Çanakkale seramikleri üzerindeki bu gemi betimleri birkaç fırça hareketiyle usta eller tarafından bir çırpıda çizilivermiştir. Yüksek bordasında topları olan ağır savaş gemileri, çift direkli büyük ticaret gemileri, seyir halindeki kalyonlar, kalenin önüne demir atmış küçük yelkenliler... Günümüz ustaları da yaptıkları çini ve seramiklerde eski tekneleri model olarak kullanmayı sürdürüyorlar. Bunların hepsi mavi sulardan seramiklere yansıyan görüntüler. Odamızın bir köşesine koyduğumuzda, denizden uzak kaldığımız günlerde mavi koyların hayalini kurmaya devam edebiliyoruz.
01.07.2006
http://www.aksam.com.tr