M.Fatih Karagül. 1971 Nişantaşı, İstanbul doğumluyum. Sırasıyla Kartaltepe İlkokulu, Bakırköy Ortaokulu ve Bakırköy Lisesini bitirdim. Yaşadığım apartman İncirli Caddesi üzerindeki Rezneli Niyazi Bey Konağın’nın karşısındadır, ki bu konak hayatım boyunca ahşap yapısı ve kahverengi görünümü ile beni hep etkilemiştir. Bakırköy’de geçen 29 yıllık yaşantımın ardından büyük bir arzu ile daha önceden kafama koyduğum ve yaşamayı arzuladığım Çanakkale’ye göçerek yerleştim. Maalesef bu kararı 1992 yılında vermiş olsam da eğitimimi tamamlamak için 7 yıl daha beklemem gerekmişti.
Bakırköy’de şanslı bir ortamda çocukluğum geçti. Şanslı diyorum çünkü plastik sanatlar dışında, film ve televizyonlarda severek izlediğimiz önemli sanatçıları, günlük hayatta görebilmek, yanlarında yürüyüp, gözlerinin içine bakabilmek çok farklı bir durumdu benim için. Hatırlayabildiklerim, Cem ve Toto Karaca, Tarık Akan, Üstün Asutay, Nubar Terziyan, Cihat Tamer gibi isimlerdi. Her ne kadar bahçeli müstakil bir ev yerine bir apartman dairesinde yaşamış olsam da, çocukluğumda binanın arkasında oldukça büyük sayılabilecek bir bahçe, üzerine tırmanabileceğimiz, incir, akasya, ceviz ve erik ağaçlarıyla çevreli bir oyun ortamına sahiptim. Kalabalık bir arkadaş ve kuzen kitlesiyle oyun oynayarak büyüme şansım oldu. Çocukluğumdan itibaren sanata merakım ve yeteneğim hep vardı. Bu biraz da çevresel ve genetik olarak da kendini gösterdi diyebilirim. Çünkü birlikte yaşadığım aile bireylerim çoğunlukla bir şekilde sanatla ve yaratıcılıkla ilgilenen ve hayatını bunla kazanan insanlardı.
Rahmetli halam Makbule Karagül, ben doğduğum yıl İDGSA yüksek resim bölümü Adnan Çoker atölyesinden mezun olmuştu. Aynı apartmanda 3 daire arasında halam ve dedemle birlikte çok yakın ilişki içerisinde çocukluğum geçti. Halamın resimleri ve resim malzemeleri ile birlikte, benden 3 yaş küçük olan halamın oğlu kuzenimle birlikte sıklıkla resim yapardık. Sonraki yıllarda birlikte resim yapıp çocukluğumu geçirdiğim kuzenim Erdal Kara’da ressam oldu ve günümüzde MSGSÜ ‘nde Doçent olarak resim bölümünde görev yapmaktadır. Hatta halamın kızı da aynı okuldan mezun olup ressam oldu. Öyle ki daha ilkokul çağından önce halam konulu çalışmalar yaptırırdı bize. Ustaların resimlerinin yer aldığı kitapları halamın kitaplığından alır saatlerce incelerdim.
Dedem
“Memet Usta” ise kuyumcu ve müzisyendi. Ud, cümbüş ve bağlama
çalardı. El yapımı oyuncaklar yapardı. Ayrıca bir hikaye
anlatıcısıydı. Okuma yazması olmadığı halde sayfalar dolusu
yerel ve mistik hikayeyi saatlerce hafızasından anlatırdı biz
torunlarına, özellikle 70’li yılların elektrik kesintilerinin
sıkça yaşandığı mum ışığındaki sohbet gecelerinde. Dedemin
Kapalı Çarşı Çuhacı Han’da atölyesi ve dükkanı vardı. Çok
sayıda çırak yetiştirerek ustalığa yükseltti. Meslekten emekli
olduktan sonra, evde telkari mücevherler yapardı. Stili farklıydı.
Kendi geliştirdiği, telleri kıvırarak aralara eklediği değerli
taşlarla tasarımlar yapardı. Cam da çalışır, göz boncukları
yapardı. Bizzat Almanya’ya gidip satın aldığı Nabertherm
fırını hala aktif durumdadır ve bana halam tarafından
devredilmiştir. Dedemin çalışmaları sırasında ben de kimi
zaman dedeme çıraklık yapar, el matkabı ile inci deler,
haddeden tel çekerdim. Sıklıkla da izleyerek altını ateşte
eritmesini ve kezzapta küp içerisinde altını ayrıştırmasını merakla dinleyerek öğrenirdim. Bir nevi simyacıydı gözümde dedem.
Öte yandan diş hekimi olan amcam Ali Rıza Karagül, muayenehanesinin arkasında kurduğu laboratuvarında protez şekillendirirdi, bunların bir kısmı altın ve krom iken bir kısmının porselen olduğunu sonraları fark edebildim. Ayrıca şekillendirme becerisi nedeniyle kayıp mum tekniği ile metal heykelcikler ve madalyonlar da üretirdi. 70’li yıllarda kıyafetlerin üzerine takılan iri madalyonlar çok moda idi. Düşük ısıda eriyebilen, ürettiği özel bir alaşımla şekillendirdiği tanrı “Bes” heykellerini yıllar sonra Bodrum’da bir hediyelik eşya dükkanında satılırken gördüğümü de hatırlıyorum. Amcamın o laboratuvarda, bana göre ise atölyede, erittiği metallerin, polyesterin ve ispirtonun kokusu ilk kez belleğime kazımıştı. Rahmetli amcamı her ziyaretimde ki, yürüyerek muayenehanesine rahatlıkla gidebildiğim bir mesafede idi, canım sıkıldıkça kaçamak yapmak için bile giderdim, atölye atmosferinin beni sonraki yıllarda ne derecede etkilediğini ve üç boyutlu şekillendirmeye yönlendirdiğini sonraları fark etmişimdir.
Rahmetli
babam her ne kadar tıp doktoru olsa da, sırf çocukken sıkıldığımda
beni oyalamak için karikatürler çizerek o karakterleri de sesli
olarak canlandırırdı. Adını hatırlayamadığım bir “hayali”
nin yanında çocukken çıraklık yapmışlığı vardı. Bir
antolojide şiirleri yayınlanmışlığı da vardı babamın. Annem Hümeyra Karagül ise, maalesef güzel sanatlara yeteneği olmayan fakat kendi
mesleğinde yetenekli bir jinekologdur. Her ikisinin yoğun çalışma
temposu nedeniyle, çocukluğum dede, hala, babaanne üçgeninde
büyüyerek geçti. Akşam saatlerinde zaman zaman dedem ud çalarken,
babam da kanunu ile eşlik eder, ardından büyük dayım da
akordiyonu ile trioyu tamamlardı. Bahsettiğim dayım da, aynı
apartmanda üst kattaki dairede yaşardı ve o da kuyumcu idi. Bir
dayım daha vardı ki o da yine aynı apartmanda yaşardı ve mesleği
ise hassas kuyumcu terazisi üreticisi idi. Böylelikle aynı
apartmanda yaşayan 5 hane akraba olmuş oldu ve burada yaşayan
insanların büyük bir kısmı tüketici değil, emeği ile üretici
insanlardı.
Tüm bu sanatla dolu üretimi yaşayarak çocukluğumu tamamlayan ben, halamın tavsiyesi ve yönlendirmesi ile 1990 yılında Mimar Sinan Üniversitesinde seramik eğitimime başladım. Üniversiteden önce İstasyon Sanat Akademisinde 1 yıl Sabri Berkel’in de öğrencisi olma şerefine eriştim. Lisede fen kolu okuduğum için sanat tarihi dersi hiç almamıştım. Fakat İstasyon Sanat Akademisinde Hocamız Hülya Düzenlikoç ile ilk sanat tarihi derslerine başladığımızda, doğru yolda olduğumu yaşadığım heyecandan anlamıştım. Ardından geçen zamanla sanat tarihi ve arkeolojiye olan ilgim giderek arttı. Üniversitedeki derslerde bir yere kadar bu boşluğu aldığım eğitimle doldursam da, 92 yılında seramik sanat tarihi dersimize giren hocamız Doç. Dr. Zeki Sönmez, ilk kez arkeolojik seramiklerle ilgili teorik bilgiler verdiğinde, derslerini eksiksiz takip etmeye başlamıştım. Bu derslerin ardından İstanbul Arkeoloji müzesi dahil gezdiğim her müzeyi daha farklı bir gözle incelemeye başladım. Bu durum hala aynı şekilde devam eder. Özellikle seramikle ilgili sergilenen her örneği olabildiğince inceler ve fotoğraflar, bilgilerini kaydederim. Gelecek yıllarda bu örnekler hem derslerimde öğrencilerime eğitim materyali olur hem de tasarımlarımda ve çalışmalarımda bana kaynak oluşturur. Aynı yıl, seramik sanat tarihi derslerinde teorik ve dia eşliğinde öğrenme fırsatı bulduğum bir kısım seramiği, seramik restoratörü olarak Assos Arkeolojik kazısına gönüllü olarak gitmemle, gerçeklerine dokunarak inceleme fırsatına kavuştum. Bu konuda o dönem staj danışmanım olan Doç. Gül Özturanlı’nın yönlendirmesi hayatımda yeni bir dönüm noktası oluşturdu diyebilirim.
1992
den 1997 yılına dek kesintisiz 6 sezon devam eden restorasyon
çalışmalarım sırasında, lisans ve yüksek lisansı bitirmiş,
sanatta yeterliğe başlamıştım. Yüksek lisans tez danışmanım
benim Assos kazısına gitmeme vesile olan Yüksek Lisans tez
danışmanım olarak seçtiğim Doç. Gül Özturanlı idi ve tez
konum bir şekilde arkeoloji ile bağlantılıydı. Ana tanrıça ve
figür o yıllarda çok ilgimi çekiyordu. Bu süreçte öğrenci
iken rahmetli Ünal Cimit’in atölyesinde çalışmamın da etkisi
olmuştu. Atölyede çalıştığım dönemde Ünal Hoca’nın
seramik ve bronzdan üretmiş olduğu anatanrıça/kibele heykelleri
oldukça ilgimi çekmişti. Ekspresyonist figüratif soyutlamaları
benim için o dönem çok başarılıydı ve hala aynı fikirde
olduğumu da belirtmek isterim. Sonraları Ünal Cimit etkisinde
ürettiğim
seramik kibele heykellerim oldu. Bunların bir kısmı bir vefa borcu
olarak sempozyumlarda da bildiri olarak sunuldu ( "Seramik
Tasarımında Ekspresyonist Figüratif Soyutlama",
2.Uluslararası Pişmiş Toprak Sempozyumu, ESKİŞEHİR, TÜRKIYE,
17-30 Haziran 2002, pp.196-196) ve bir çalıştayda ("5. İsli pişirim çalıştayı",
Dokuz Eylül Üniversitesi, Haziran-2006) uygulamalarla somutlaştı.
O dönem renk ağırlıklı çalışmalar ürettiysem de, sonraları
monokrom ve sırsız seramiğe yöneldim. Bu durum günümüzde kimi
çevrelerce “Naked Clay” olarak da adlandırılmakta.
Sanatta
yeterlik eğitimime başladığımda yıl 1997 idi ve tez danışmanım
Prof. Gül Özturanlı idi. Her ne kadar arkeoloji ile bağlantılı
bir konu çalışmak istemişsem de, mimari ile bağlantılı bir
konu çalıştım. Bu seçim de aslında, takip eden yıllarda,
mimari temalı seramik heykeller yapmamda önemli bir etken olmuştu.
Konu mimari olunca bir şekilde temel yapı elemanı olan kerpiç ve
tuğladan itibaren konuyu ele almaya başlamış ve bunların ilk
arkeolojik örneklerine değinmeden geçmemiştim. Arkeoloji ile bir
şekilde yine bağ kurmuştum. Bu durumdan oldukça keyif aldığımı
hatırlıyorum. Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlik tezlerimize ek
olarak uygulama da yapmamız gerekliydi ve konulara paralel ürettiğim
çalışmalarla, mezun olup 2002 yılında Mimar Sinan Üniversitesi
İle olan bağım geçici olarak sona ermişti. Ta ki yıllar sonra
2015 yılında Doçentlik jürimin değişen adıyla MSGSÜ’de
gerçekleşmesi ve bu jürinin sergi kısmında, yıllarca
oluşturmuş olduğum birikim sonunda ürettiğim mimari temalı
seramiklerimin teşhir edilmesi ilginç bir sentezdi benim için.
Gerçi
öğrencilik yıllarımdan itibaren arkeoloji ve antikiteye olan
ilgim nedeniyle şekillendirdiğim heykellerde hep bir şeyler
deneyerek
keşfetmeye çalıştım.
Ayrıca
heykellerimde
yer
verdiğim küçük
ipuçları ile ne olduklarına dair bilgiler aktarmaya da
çalıştım. Bu durum önceleri Mısır ve Mezoamerika uygarlıkları
ile ilgili çalışmalarımda
yer alırken,
Çanakkale’ye yerleşmemle beraber bunun bir hata olduğunu
fark ettim. Yaşadığım kent antik çağdaki adıyla “Troas”
bölgesiydi. Troia, Apollon Smintheus, Alexandria Troas, Parion,
Assos gibi pek çok antik kenti ve mimariyi barındırıyordu.
Buralardaki arkeolojik kazılarda ele geçirilen seramikler zaten
kentteki müzede sergileniyordu. Deniz kültürü ve 1. Dünya
Savaşında yaşanan muharebeler yakın ve güncel dönemle halen
bağlantılıyken, bu toprakları konu alan eserler üretmemek bence
çok önemli bir hata olurdu. Bu nedenle esin kaynaklarımı
yaşadığım topraklardan seçerek çalışmaya devam ettim. İki ve üç boyutlu çalışmalarımda monokrom konstrüktif mimari etkili tasarımlar gerçekleştirerek, bir dizi kişisel sergi gerçekleştirdim. Antikite adlı sergim bu sürecin ilk örneklerinin yer aldığı sergimdir. Ardından Antikite II, Hellespont ve Troia sergilerim oldu. Bu sergi için 24 yıllık birikim oluşturduğumu sonrasında fark ettim. 203 cm. Ölçüsündeki kağıt katkılı porselen Tabakalaşma heykelim benim için bir ilkti. Şimdilerde ise Apollon Smintheus antik yerleşimi ve kültü ile ilgili çalışmalar yapmaktayım ve bir sonraki sergi temam da bu olacak. Akabinde sırasıyla diğer antik kentlere dair çalışmalarım devam edecek.
Tabakalaşma, Hellespont sergisi, 203 cm., kağıt katkılı yumuşak porselen |
Kendi adıma her zaman tasarım ve form temelinde çalışmalar yapmaya odaklandım. Hiçbir zaman kötü bir tasarım ya da heykeli, güzel göstermek adına, sır veya dekorla cambazlık yapıp, tasarımı görmezden gelmedim. Daha önce dediğim gibi, bir dönem renkle ilgili çalışmalar ürettim, fakat hep bir tasarım kaygısı olan örneklerdi bunlar. Hiçbir zaman “aaa ne kadar güzel bir kuş yapmış, renkleri de ne kadar güzel” denebilecek bir seramiğim olmadı. Hiçbir çalışmama kuş konmadı! Kavramsal olmak adına bile, o kuş hiç bir zaman benim heykellerime konmadı!
Öğrencilik yıllarımda kütüphaneden başka kaynak bulabileceğimiz imkan yoktu. Nadir de olsa önemli sergiler düzenlendiğinde olabildiğince zaman ayırıp, gerçeklerini gözlerimizle inceleme şansı bulup, gizlice de olsa yüzeyine dokunduğum sergilerdeki seramikler, kendi adıma keyif dolu anlar yaşamama neden olurdu. 1992 yılında Uluslararası Seramik Akademisi MSÜ ev sahipliğinde toplandığında, öğrenci olarak, açılan sergilerde görev almıştık. Ben de hem Yıldız Sarayında hem de Resim Heykel Müzesindeki iki ayrı sergide günlerce nöbetçi sorumlu olarak bulunmuştum. Saatler boyunca, dünyanın dört bir yanından gelen seramikleri incelemenin verdiği keyif ve ayrıcalık duygusu, seneler sonra Midilli adasında katıldığım ilk yurt dışı sergimdeki duygu ile benzerdi. Özellikle sanat tarihi derslerinden sonra kütüphaneye giderek derste anlatılan örneklerin peşine düşerek, orijinal kitaplardan, daha detaylı bilgilere ulaşma çabam, bir nevi dedektiflik gibiydi. Günümüzde bilgiye ulaşmak internet üzerinden o kadar kolaylaştı ki, genç öğrencilerimiz ne yazık ki bu imkanı bile dürüstçe kullanamamakta. Kendilerine verdiğimiz ödev konuları için doğrudan, kendilerine ait olmayan çalışmaları, internetten bularak kendilerinin tasarımlarıymış gibi bize sunmaktalar. Bu durum günümüzde yaşadığımız seramik sorunlarının belki de en başında yer almakta.
Benzeri durumun,
çok acı bir şekilde de olsa, bizden önceki kuşaklarda da
yaşanmış olduğunu,
günümüzde
mesleki toplantılarda ve etkinliklerde meslektaşlarımızla
yapmış olduğumuz kıyaslamalarla görebiliyoruz. Yirminci yüzyılın
üçüncü çeyreğine dek hatta belki biraz daha sonrasında, çok
değerli duayenlerin, imkanları çerçevesinde yurt dışına gidip
geldiklerinde izledikleri sergiler, dahil oldukları etkinlikler,
satın aldıkları kitaplardan, bırakın esin kaynağı olarak
yararlanmayı, neredeyse aynısını ürettikleri farklı sanatçılara
dair eserler biliniyor. Bu durum yalnızca sanat alanıyla da sınırlı değil. Bilim alanlarında benzer örnekler de var. Kaldı ki bu durum “intihal” olarak adlandırılmakta ve suç sayılmakta. Bu durumu bile bile intihal yapan akademisyenlerin varlığını bilmek gerçekten üzücü. Bunlar camiada maalesef çok yüksek sesle asla dillendirilmese de, günün birinde internet denen canavarın ortaya çıkarak kendilerini kıstırabileceklerini hiç akıl edebilirler miydi?
Esinlenmekle, aşırmanın ayrımı maalesef günümüzde net olarak yapılamıyor. Yasalarımızın da bu konuda çok yeterli olduğu söylenebilir mi? Kimi zaman antik mimari bir yapıdaki küçük bir detay, benim için yeni bir heykele başlamak için yeterli olabilirken, kimi zaman, daha önce ürettiğim bir heykelimin bir genç meslektaş tarafından, kötü ve acemice şekillendirildiğini görmek ise acı verici olabiliyor. Ben de esin kaynaklarımı ararken farklı örneklerden yararlanmışımdır. Özellikle Escher ve Piranesi’nin çalışmaları iki boyutlu olsa da beni çok etkilemiştir. Farklı malzemeleri kullanarak yaptığım heykel ve panolarımda, kolaj ve asamblaj gibi yöntemleri görülebilir. Çoğunlukla da atık parçaları değerlendirmeye çalışırım. Spinal konstrüksiyon adlı bir heykelimde, annemin omurgasından ameliyatla sökülen titanyum esaslı bioseramikleri kullanarak ilginç bir heykel şekillendirmiştim.
Spinal Konstrüksiyon, Hellespont sergisi, pekişmiş çini ve titanyum esaslı bioseramik |
Fakat özellikle renk ve yapay ışığı çalışmalarıma dahil etmem. Bezeme kullanmak yerine çamurun kendi dokusu ya da ahşapla oluşturduğum doğal dokuyu kullanırım. Zaman zaman mühür baskı ile belirli yerlerde kullandığım meander, Troas bölgesindeki adı menderes olan nehirle bağ kurar. Antik adı Skamandros olan Tanrı da zaten bu bölgenin nehir tanrılarından biridir ve günümüzde Karamenderes nehri olarak adlandırılır. Gerçi Ege kıyılarında pek çok menderes vardır ya. Skamender adı da Skamandros’tan türetilerek terminolojiye dahil olup, kişisel bezeme unsuru olarak kullandığım yegane örnektir. Bu yüzden kendi adıma heykellerimi güzelleştirmek (!) adına, gereksiz bulduğum pek çok uygulamadan kaçınırım.
Yıkıntı, 2018, Troia heykel sergisi, D'art, İstanbul |
Bu noktada, çok beğenildiğini şaşkınlıkla izlesem de, alternatif pişirim yöntemleri adı altında envai çeşit acayiplik ve pişirim tekniği bana hiç samimi gelmiyor. Belki hayatta bir kez denenebilir, ama yok at kılı, yok, sütleme ya da mayalanmış mayi ile yıkama gibi yöntemler, tamamen popülist ve ticari yaklaşımlar. Merak ve deneysellik pek çok alanda olduğu gibi seramik üretimi için de geçerli. Ama ortada tasarım ve form yokken, kalkıp da kişinin ortaya şaheserler koyduğunu sanması, bana gerçekten eğlendirici geliyor. Sırf merak uğruna değişik reçetelerle kağıt katkılı seramikler üretmek, bu konunun dışında tutulabilir. Antikite ve Hellespont sergilerim sürecinde kullandığım kağıt katkılı pekişmiş çini ve porselen çalışmalarım oldu. Hellespont sergim için şekillendirdiğim kağıt katkılı porselen heykellerimden en uzunu 203 cm. olup, Troia’nın 9 katlı tabakalaşmasını temsil etmektedir. Bu heykelimin küçük bir versiyonu ise Troia sergimde yer aldı ve bir koleksiyoner tarafından satın alındı. 2013 yılı temmuz ya da ağustos ayında hazırladığım, zirkon ve alimüma katkılı pekişmiş çini manganlı kağıt katkılı seramiğim deneysel amaçlı üretilmişti. Plastikliğinde yaşanan şekillendirme zorluğu nedeniyle, bu çalışmamı kolaj olarak tamamlayıp, Troia sergimde ve Renkler Grubu Beyaz sergisinde yer aldı.
Kağıt, zirkon, alimüma ve manganlı katkılı pekişmiş çini kolaj, 2013 |
2018 yılında Çin Changchun kentindeki Uluslararası Sempozyumda, bir seramikçi olmaktan dolayı gurur duymuştum. Organizasyonun bir seramikçiye layık olan verilebilecek ve sunulabilecek her şeyi samimi ve en sade haliyle bizlere sundukları için. Bir seramik müzesinde eserlerle dolu tarihi binada hem çalışıp, hem o binada konaklamak, canın istediğinde gece yarısı kalkıp çalışmaya devam edebilmek, beslenme, barınma, seyahat masraflarının tümünün karşılandığı, üstüne bir de çalışmalarınızın belge karşılığında telifi ödenerek müze koleksiyonuna alındığı bir organizasyonun sergisinde, basına röportaj verip çalışmalarınızın detaylarıyla anlatılmasının istenmesi geçekten gurur verici. Ayrıca o yıl hem Troia yılı idi ve ben de İstanbul D’art Galeri’de Trioa sergimi açmıştım. Çok hazırlıklıydım. Etkinlik süresince Troia ile ilgili iki yeni heykel yaptıktan sonra bir de kendi kişisel yorumum olan farklı bir Troia atı şekillendirdim. Atı gören müze müdürü meğer, at hayvanını çok severmiş ve benim yaptığım heykeli de görünce mest oldu. Aslında o heykeli yanımda götürmeyi dahi düşünmüştüm fakat sonrasında bırakmamın onları da benim kadar mutlu kılacağını farkettim ve bıraktım. Bu etkinlik hem Troia’nın ve Çanakkale’nin hem de Türkiye’nin tanıtımına katkı sunduğu gibi beni de çok gururlandırmıştı.
Son dönemdeki Türk seramiğinin uluslararası yerine dair bir değerlendirme yapmak gerekirse, daha geçen hafta sonuçlanan 10. Kore Bienalinde ben dahil 3 Türk seramikçi vardı. 82 ülke, 1599 sanatçı arasından 3 Türk bu etkinliğe dahil olabiliyorsa daha ne denebilir ki. Benzeri bienallare baktığımızda ise, henüz genç ve yeni organizasyonlarda bu sayı Türk seramikçiler lehine artmakta. Tabi bu durum organizatörlerin de başvuruları reddetmemek adına uyguladıkları bir yöntem olabilir. Fakat her zaman jüriler, ve seçilen katılımcıların kimler olduğu her zaman daha önemli. Bu bağlamda, Türk seramiğini duyurmak adına daha çok yolumuz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor. Biraz da sorunuzla bağlantılı bir kişisel saptama demek daha doğru olabilir. Bizler sahip olduğumuz kültürel mirası maalesef yeterli ve doğru bir biçimde kullanamıyoruz. Eğer bunu başarabilseydik bu durumda olmazdık.
Yaratıcılık, yetenek, tasarım, bilgi, sabır ve emeğin birleşimidir plastik sanatlar. Eğer seramikten ve seramikçilikten, sanat ve sanatçı olabilmekten bahsedeceksek, güzel olmak zorunda bile değildir bir seramik, eğer bu 6 temel unsur ile birlikte şekillendirilmişse.
2014 yılından itibaren Arte İstanbul'da Yunus Tonkuş ile birlikte gerçekleştirdiğimiz sergi, çalışma ve çalıştaylar sayesinde bronz heykelle tanışma fırsatı bulabilmek, mesleki anlamda yeniliklerin keyfini yaşama şansı sağladı. Özellikle de canlı modelden çalışabilmenin verdiği rahatlık sanırım yakın bir gelecekte yeniden ana tanrıça formlarına dönmeme neden olabilecek.
Arte İstanbul'da nü çalışmalarından. |